30 Ağustos 2010 Pazartesi

Hala Ağlarım


Çocukluğumun geçtiği Fatih’teki Hoca Üveyz Mahallesi, Hüsrevpaşa Sokak bir kez daha rüyama girdi. Hala çocukmuşum, hala İskele apartmanında yaşıyormuşum. Nasıl bir mutluluk, nasıl bir sevinç anlatamam. Uyandığımda hala yüzüm gülüyordu. Öyle özlemişim ki mahallemi…

Fırsatını bulur bulmaz mahallemin yolunu tuttum. Sokağa adını veren Hüsrev Paşa Türbesi mahallenin merkezi. Türbe duvarlarla çevrilidir, ama biz çocuklara vız gelirdi. Duvarlardan bir güzel atlar, çerçöp mumdirek çukurlar kazar, bahçesinde misket oynardık. Türbenin içindeki büyük teneke kabın içinde Hüsrev Paşa’nın kellesinin olduğuna inanır, içeri bakmaya korkardık. Türbenin bahçesinde iki katlı müstakil bir ev vardı. Bu ev arkadaşım ve aynı sınıfta okuduğum Haluk’ların eviydi. Orada toplaşır, aşağı mahalleyle yapacağımız maçta kim oynasın kararını vermeye çalışırdık.

Türbenin önündeki üç yol ağzı meydan bizim top sahamızdı. Maç yapacağımız zaman kaleler kurulur, top oynayacak şanslı çocuklar sabırsızlıkla maçın başlamasını bekler, diğer kızlı erkekli bütün çocuklar türbenin duvarına oturur, maçı izler tezahürat yapardı.

Şimdi oraya giderken aynı manzara olmasa da en azından birkaç çocuğu oynarken görmeyi ummuştum ama o yaşlarda bana dev gibi gelen, meğerse ufacık olan mahalle meydanında bir tek çocuk bile yoktu, ıpıssızdı.

Ona rağmen mahalleme yeniden geldiğimde ağzım kulaklarımdaydı . Bizim apartmanımız ne yazık ki yıkılmış, yerine çok katlı bina yapılmış olsa da, meydan aynı meydandı, türbe aynı türbe, apartmanlar aynı apartmanlar, hatta bakkal aynı bakkal. (Kazıkçı Ahmet Bakkal)

Ama çocuklar olmadan sokağın ruhu da olmuyordu işte. O meydanda hiç olmazsa 10-15 çocuk olurdu oynayan ama şimdi hiç yoktu. Yerlerde kağıttan külahlar da yoktu.

İstisnasız her erkek çocuğun bir plastik borusu, bir de telli arabası vardı. Kağıttan yaptığımız külahları bir güzel boruya yerleştirir, var gücümüzle üflerdik. Külahlarımız ne kadar uzağa giderse o kadar sevinirdik. Telli arabamızı sürerken gaz-fren efekti yapar, bütün mahalleyi karış karış turlardık. Hem de bıkmadan, saatlerce…

Kerem diye şaşı bir arkadaşımız vardı mahallemizde. Pek dışarı çıkmak istemezdi. Biz de evinin önünde toplaşır hep bir ağızdan koro yapardık

“Keeereem, pabucu yarım, çık dışarıya oynayalııım.”

Annesine onu dışarı salması için bin bir dil dökerdik. Nihayet dışarı çıktığında en değişik oyun fikirleri yine ondan çıkardı.

Elinde kocaman bir mermer taşla yanımıza geldi. Arkadaşlar dedi, herkes bu taşa tükürsün. Sırayla, büyük bir ciddiyetle o taşa tükürdük. Kerem taşı aldı uzağa fırlattı ve biz tükürüklerimizin havada saçılmasını sükunetle seyrettik.. Sonraki günlerde de bu oyunu büyük bir ciddiyetle oynadığımızı hatırlıyorum. Çok mühim iş yapıyormuş gibi saygıyla, bir kişi bile kıkırdamadan.

O meydanda bastığım her noktada bir anım var. Şimdi sağa sola park etmiş ve kimsenin ilgilenmediği arabaların başına üşüşür, elimizle gölge yapıp kadranından maksimum hızını okumaya çalışırdık. 180-200 km. yapabilen arabanın dibinden ayrılmazdık. Bize göre bir araba ne kadar hız yapabiliyorsa o kadar mükemmeldi.

Hepimiz Hırkai Şerif İlkokuluna giderdik. Dev gibi bahçesinde her türlü oyunu oynayabilmek büyük bir özgürlüktü. Siyah önlüğümüzün ön cebindeki bez mendilimizi defalarca katlayarak minicik bir üçgen haline getirip tabanca yapar, sağa sola ateş ederdik. 6-7 arkadaş halay çeker gibi kol kola girer, “önümüze gelene bir tekme” diye bağırarak havaya tekmeler savurur, karşımıza çıkanların panikle kaçışmasından acayip keyif alırdık.

Okula Chevrolet marka büyük siyah bir arabayla (vitesi direksiyondaydı ) giderdik. Tabii ki şarkılarla, türkülerle. Geldiğimizde bizi okulun duvarındaki devasa bir Atatürk resmi karşılardı. Kalpaklı, eli çenesinde ve bir hayli düşünceli Mustafa Kemal’in resmi inşallah hep orada kalır!

Teneffüs zili çaldığında “heeeey” diye bağrışırdık. Aslında ben bu ayrıntıyı unutmuştum. Mahalle turumu bitirip okulun yanına gelince zil sesini duydum, ve aynı şekilde öğrencilerin “heeeeyy” bağrışını duyunca daha fazla dayanamadım ağlamaya başladım. Bereket versin sokak boştu da kimse bu halimi görmedi.

Eve gelince ders yap komutları fena halde canımı sıkardı. Ben sokak diye deliriyorum, otur evde yüzlerce A harfi yap, çekilir şey değildi doğrusu. Elim derste kulağım dışarıdaydı tabi. Sokaktan gelen oyun seslerine simitçinin, sütçünün, yoğurtçunun sesleri sırayla karışırdı. Elinde megafonla kamyonetin arkasında patates soğan satanları da unutmamak lazım tabi. Bir de bütün çocukların korktuğu sakat veya kara çarşaflı dilencilerin gür sesleri ile mahalleyi inlettikleri acıklı manilerini.

Ders biter bitmez gelsin misketler, Bi-bib sakızları, külahlar, telli arabalar, mermere tükürmeler, seksekler v.s. Akşam ezanı okunana kadar bu şenlik devam ederdi. Ezanla birlikte herkes evinin yolunu tutardı.

Bu sefer de evde siyah beyaz televizyonun başında askerlerin istiklal marşını okumasını beklerdik. Bu komutları hepimiz ezberlemiştik; Kıt’a dur…esas duruş…yerlerinize marş marş.
Ağaçkakan woody ve onun tuhaf gülüşü, Levent Kırca’nın oyun treni en akılda kalanlardan:
Bizler Ali Veli makinist
Sizler vagonlarımız...

Pazar öğlene doğru senfoni orkestralarından Pazar Konseri başlayınca TV derhal kapatılırdı. Biz de teybi açar küçük kız şarkısını dinleyerek evimizin ahşap zemininde tepinir, zaten sinirli bir tip olan alt katımızdaki Yurdanur teyzeyi çileden çıkarırdık. O şarkıda da ne güzel tepinilirdi ama :)

Küçük kız, küçük kız söyle bana nerdeydin Dün sabah bekledim oynamaya gelmedin…

Baktılar ki evde huzuru bozuyorum; haydi derlerdi, dışarı. Rahmetli babamdan harçlığı kopardığım gibi Kazıkçı Ahmet’in bakkalına gider tüpte şokella ve Ankara Gazozu alır afiyetle mideye indirirdim. Arkadaşlar toplanınca yine maç. Özgür, Rıza, Haluk, Erdinç, Kerem kimbilir şimdi nerelerdeler.

Bir de unutulmaz güzellikte bir Güneş vardı. Uzun saçları, ince yapısıyla ve misketimden daha maviş gözleriyle hatırlıyorum onu. Balkonumuzda günlerce kuruttuğumuz karpuz çekirdeklerini ceplerime doldurur Güneş’e ikram ederdim. Türbenin duvarına çıkar birlikte çitlerdik.

Geceleri sık sık elektrikler kesilirdi. Mum ışığında annemle beraber pilli radyomuzdan Radyo tiyatrosu dinlerdik (ben hiçbir şey anlamasam da) Tiyatro bitince sunucunun; efekt Korkmaz Çakar demesini sabırla beklerdim. Kış gelip koyu gri bulutlar şehre çöktüğünde çıtır çıtır yanan sobanın yanı başında uyumak ne zevkliydi ama! Bu zevki şimdiki çocukların tadamaması gerçekten büyük eksiklik.

Daha bu yazıya sığdıramadığım yüzlerce anekdot var ama artık bu kadarla yetinelim.
Ne güzel bir mahalleydi benim mahallem, Ne güzel arkadaşlardı benim arkadaşlarım, Ne güzel yıllardı o yıllar. Hala rüyalarıma girer ve her gittiğimde hala ağlarım.

1 yorum:

  1. selam yetmişikili...

    İlk okumaya başladığımda ne oluyor dedim...Allah allah biri benimi anlatıyor...

    Bende 97 senesinin haziran ayına kadar kazıkçı AHMET SARI'nın:) dükkanının yanındaki altay apartmanında oturdum...İsmim Pınar...Hatırlayacağı nızdan çok emin değilim aslında.....Pek dışarı çıkamazdım ....

    O mahalleyi her zaman çok sevdim hatta bir kaç ay evvel geçmişi yaşamak istedim ve ziyaret ettim gecenin bir vakti....Ama aslında benim kötü anılarım var orda siz kadar şanslı bir çocuk olmadım ne yazıkki...

    Bizim evimiz de türbenin duvarına bakan penceresi ile dışarıdan huzurlu ve sıcak ama aslında acılarla dolu bir evdi....Unutmak isteyip unutamadığım bir sürü anım var orada...Uğur,Ö zgür,üst kat komşum ve sonra okul arkadaşım olan Burak..tanıdığım ve konuştuğum üç erkek:)ÖZgür kumral iri yarı:)Uğur ince uzun :)dünya tatlısı nilüfer aşığı,Burak şimdi evli seneler sonra birbirimizi bulduk tombul kırmızı yüzlü bir çocuktu...Ne olursa olsun güzel günlerimde oldu....

    Bana kısacık da olsa bir kaç kelime yazma şansı doğuran ve güzel mahallemizi hakikaten harikulede şekilde anlatan yazınız için size minnetarım... Sevgiyle kalın...

    pınar altuncu

    YanıtlaSil