30 Ağustos 2010 Pazartesi

Hala Ağlarım


Çocukluğumun geçtiği Fatih’teki Hoca Üveyz Mahallesi, Hüsrevpaşa Sokak bir kez daha rüyama girdi. Hala çocukmuşum, hala İskele apartmanında yaşıyormuşum. Nasıl bir mutluluk, nasıl bir sevinç anlatamam. Uyandığımda hala yüzüm gülüyordu. Öyle özlemişim ki mahallemi…

Fırsatını bulur bulmaz mahallemin yolunu tuttum. Sokağa adını veren Hüsrev Paşa Türbesi mahallenin merkezi. Türbe duvarlarla çevrilidir, ama biz çocuklara vız gelirdi. Duvarlardan bir güzel atlar, çerçöp mumdirek çukurlar kazar, bahçesinde misket oynardık. Türbenin içindeki büyük teneke kabın içinde Hüsrev Paşa’nın kellesinin olduğuna inanır, içeri bakmaya korkardık. Türbenin bahçesinde iki katlı müstakil bir ev vardı. Bu ev arkadaşım ve aynı sınıfta okuduğum Haluk’ların eviydi. Orada toplaşır, aşağı mahalleyle yapacağımız maçta kim oynasın kararını vermeye çalışırdık.

Türbenin önündeki üç yol ağzı meydan bizim top sahamızdı. Maç yapacağımız zaman kaleler kurulur, top oynayacak şanslı çocuklar sabırsızlıkla maçın başlamasını bekler, diğer kızlı erkekli bütün çocuklar türbenin duvarına oturur, maçı izler tezahürat yapardı.

Şimdi oraya giderken aynı manzara olmasa da en azından birkaç çocuğu oynarken görmeyi ummuştum ama o yaşlarda bana dev gibi gelen, meğerse ufacık olan mahalle meydanında bir tek çocuk bile yoktu, ıpıssızdı.

Ona rağmen mahalleme yeniden geldiğimde ağzım kulaklarımdaydı . Bizim apartmanımız ne yazık ki yıkılmış, yerine çok katlı bina yapılmış olsa da, meydan aynı meydandı, türbe aynı türbe, apartmanlar aynı apartmanlar, hatta bakkal aynı bakkal. (Kazıkçı Ahmet Bakkal)

Ama çocuklar olmadan sokağın ruhu da olmuyordu işte. O meydanda hiç olmazsa 10-15 çocuk olurdu oynayan ama şimdi hiç yoktu. Yerlerde kağıttan külahlar da yoktu.

İstisnasız her erkek çocuğun bir plastik borusu, bir de telli arabası vardı. Kağıttan yaptığımız külahları bir güzel boruya yerleştirir, var gücümüzle üflerdik. Külahlarımız ne kadar uzağa giderse o kadar sevinirdik. Telli arabamızı sürerken gaz-fren efekti yapar, bütün mahalleyi karış karış turlardık. Hem de bıkmadan, saatlerce…

Kerem diye şaşı bir arkadaşımız vardı mahallemizde. Pek dışarı çıkmak istemezdi. Biz de evinin önünde toplaşır hep bir ağızdan koro yapardık

“Keeereem, pabucu yarım, çık dışarıya oynayalııım.”

Annesine onu dışarı salması için bin bir dil dökerdik. Nihayet dışarı çıktığında en değişik oyun fikirleri yine ondan çıkardı.

Elinde kocaman bir mermer taşla yanımıza geldi. Arkadaşlar dedi, herkes bu taşa tükürsün. Sırayla, büyük bir ciddiyetle o taşa tükürdük. Kerem taşı aldı uzağa fırlattı ve biz tükürüklerimizin havada saçılmasını sükunetle seyrettik.. Sonraki günlerde de bu oyunu büyük bir ciddiyetle oynadığımızı hatırlıyorum. Çok mühim iş yapıyormuş gibi saygıyla, bir kişi bile kıkırdamadan.

O meydanda bastığım her noktada bir anım var. Şimdi sağa sola park etmiş ve kimsenin ilgilenmediği arabaların başına üşüşür, elimizle gölge yapıp kadranından maksimum hızını okumaya çalışırdık. 180-200 km. yapabilen arabanın dibinden ayrılmazdık. Bize göre bir araba ne kadar hız yapabiliyorsa o kadar mükemmeldi.

Hepimiz Hırkai Şerif İlkokuluna giderdik. Dev gibi bahçesinde her türlü oyunu oynayabilmek büyük bir özgürlüktü. Siyah önlüğümüzün ön cebindeki bez mendilimizi defalarca katlayarak minicik bir üçgen haline getirip tabanca yapar, sağa sola ateş ederdik. 6-7 arkadaş halay çeker gibi kol kola girer, “önümüze gelene bir tekme” diye bağırarak havaya tekmeler savurur, karşımıza çıkanların panikle kaçışmasından acayip keyif alırdık.

Okula Chevrolet marka büyük siyah bir arabayla (vitesi direksiyondaydı ) giderdik. Tabii ki şarkılarla, türkülerle. Geldiğimizde bizi okulun duvarındaki devasa bir Atatürk resmi karşılardı. Kalpaklı, eli çenesinde ve bir hayli düşünceli Mustafa Kemal’in resmi inşallah hep orada kalır!

Teneffüs zili çaldığında “heeeey” diye bağrışırdık. Aslında ben bu ayrıntıyı unutmuştum. Mahalle turumu bitirip okulun yanına gelince zil sesini duydum, ve aynı şekilde öğrencilerin “heeeeyy” bağrışını duyunca daha fazla dayanamadım ağlamaya başladım. Bereket versin sokak boştu da kimse bu halimi görmedi.

Eve gelince ders yap komutları fena halde canımı sıkardı. Ben sokak diye deliriyorum, otur evde yüzlerce A harfi yap, çekilir şey değildi doğrusu. Elim derste kulağım dışarıdaydı tabi. Sokaktan gelen oyun seslerine simitçinin, sütçünün, yoğurtçunun sesleri sırayla karışırdı. Elinde megafonla kamyonetin arkasında patates soğan satanları da unutmamak lazım tabi. Bir de bütün çocukların korktuğu sakat veya kara çarşaflı dilencilerin gür sesleri ile mahalleyi inlettikleri acıklı manilerini.

Ders biter bitmez gelsin misketler, Bi-bib sakızları, külahlar, telli arabalar, mermere tükürmeler, seksekler v.s. Akşam ezanı okunana kadar bu şenlik devam ederdi. Ezanla birlikte herkes evinin yolunu tutardı.

Bu sefer de evde siyah beyaz televizyonun başında askerlerin istiklal marşını okumasını beklerdik. Bu komutları hepimiz ezberlemiştik; Kıt’a dur…esas duruş…yerlerinize marş marş.
Ağaçkakan woody ve onun tuhaf gülüşü, Levent Kırca’nın oyun treni en akılda kalanlardan:
Bizler Ali Veli makinist
Sizler vagonlarımız...

Pazar öğlene doğru senfoni orkestralarından Pazar Konseri başlayınca TV derhal kapatılırdı. Biz de teybi açar küçük kız şarkısını dinleyerek evimizin ahşap zemininde tepinir, zaten sinirli bir tip olan alt katımızdaki Yurdanur teyzeyi çileden çıkarırdık. O şarkıda da ne güzel tepinilirdi ama :)

Küçük kız, küçük kız söyle bana nerdeydin Dün sabah bekledim oynamaya gelmedin…

Baktılar ki evde huzuru bozuyorum; haydi derlerdi, dışarı. Rahmetli babamdan harçlığı kopardığım gibi Kazıkçı Ahmet’in bakkalına gider tüpte şokella ve Ankara Gazozu alır afiyetle mideye indirirdim. Arkadaşlar toplanınca yine maç. Özgür, Rıza, Haluk, Erdinç, Kerem kimbilir şimdi nerelerdeler.

Bir de unutulmaz güzellikte bir Güneş vardı. Uzun saçları, ince yapısıyla ve misketimden daha maviş gözleriyle hatırlıyorum onu. Balkonumuzda günlerce kuruttuğumuz karpuz çekirdeklerini ceplerime doldurur Güneş’e ikram ederdim. Türbenin duvarına çıkar birlikte çitlerdik.

Geceleri sık sık elektrikler kesilirdi. Mum ışığında annemle beraber pilli radyomuzdan Radyo tiyatrosu dinlerdik (ben hiçbir şey anlamasam da) Tiyatro bitince sunucunun; efekt Korkmaz Çakar demesini sabırla beklerdim. Kış gelip koyu gri bulutlar şehre çöktüğünde çıtır çıtır yanan sobanın yanı başında uyumak ne zevkliydi ama! Bu zevki şimdiki çocukların tadamaması gerçekten büyük eksiklik.

Daha bu yazıya sığdıramadığım yüzlerce anekdot var ama artık bu kadarla yetinelim.
Ne güzel bir mahalleydi benim mahallem, Ne güzel arkadaşlardı benim arkadaşlarım, Ne güzel yıllardı o yıllar. Hala rüyalarıma girer ve her gittiğimde hala ağlarım.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Dalgın Kız


Ey incecik saçlarını parmağına dolayıp, uzaklara yılgın bakan dalgın kız! Uçurumun yanı başında ne işin var? Hiç olmayacak sevgiyi, fedakarlığı, gözü karalığı mı yitirdin düşlerinde yoksa! Acaba olabilir mi diye tepende dört dönen kuşların kanat çırpışlarına fısıldıyorsun toza bulanmış yalnızlığını. Halbuki bilmiyorsun sen. Yalnızlık dediğin bir arsız çocuk. Yüz verdin mi astarını ister. Sinsice ıssız şatosunda donuk yüzlü bir hayalete çevirir seni hissettirmeden. Onu andıkça umudundan, yaşama sevincinden, direncinden kemirir azar azar. Günlerce, haftalarca, aylarca...Sonrada hayaletini kalabalıklara atar.

Bunların hepsini yaşamıştın aslında. İlk zamanlar hoşuna da gitmişti oysa. Yalnızlığını görünmez bir sevgili gibi algıladın. Seni üzmeyen, yormayan, istekleriyle bunaltmayan, sorun çıkarmayan bir sevgili vardı yanında yalnızlığın boyunca. Göremediğin ama var saydığın, belki de hissettiğin. Yaşadıklarının adına düpedüz yalnızlık dendiğini biliyordun önceleri ama yine de görünmez sevgilinle yaşayıp gidiyordun işte. Ve dediğim gibi azar azar kemirdi ruhunu her geçen gün büyüyen bir iştahla. Şimdi uçurumun kenarında incecik saçlarını parmağına dolayıp, uzaklara yılgın bakan bir dalgın kızsın sen.

Daha önce birlikte olduğun bir sürü ateş gibi çocukları sudan sebeplerle terk eden sen, şimdi neden son sevgilin yalnızlığı bir türlü terk edemiyorsun? O seni bırakmıyor değil mi? Hiçbir erkek onun kadar kararlı ve ısrarcı olamadı değil mi?

Bütün bunları ağlaman için söylemedim. Ezme içimi ne olur! Hiç mi gücün kalmadı savaşacak, dişlerini sıkıp “hayır” diyerek kılıcını sallayacak? Daha önce de kara günlerden geçmiştin. Nice yorucu yolculuklarında hassas ve savunmasız derine defalarca deve dikenleri batmıştı, bilmem kaç kere ölümden dönmüştün sen. Tıpkı biraz sonra yine döneceğin gibi. Yine döneceksin çünkü sen aşkı tattın. “Çok seven çok yaşar” derler. Sen bir kere bile olsa çok sevmiştin. O günlerde dağları, denizleri şöyle bir toparlayıp kucağına alabilecekmiş gibi hissetmiştin kendini. Çok seviyordun, fedakardın, gözü karaydın, her şeyin altından kalkabilirdin onun için. Çok sevdiğine göre çok yaşayacaksın tabi dalgın kız. Gecenin soğuğunda birkaç parça odunu tutuşturmanın verdiği zaptedilmez coşkuyu da unutmuşsundur sen. Okulun ilk günlerinde annenin ve babanın seni çıkış kapısında bekledikleri o tatlı heyecanı da, sevgilinin dudaklarındaki o doyumsuz tadı da, mis gibi bir çam ormanında ciğerlerin yırtılırcasına koşmanın verdiği sevinci de.

Yalnızlık böyle bir şey işte uçurumun yanı başındaki dalgın kız. Yüz verdin mi yandın! Önce sorun çıkarmayan bir sevgili, sonra yaşama sevincini kemiren bir kaşık düşmanı, en sonunda uçurumun yanı başında ölümünden bile sebeplenmek isteyen bir akbaba. Ağlama dalgın kız. Çok yüz verdin bu sinsi sevgiliye. Yine de kötü bir şey olmayacak. Unuttun mu; zamanında çok sevmiştin sen.

20 Temmuz 2010 Salı

Rüzgar Olmak İsterdim

İşte sonbaharın ilk solukları olan hazan rüzgarları göklerden fışkırmaya, arkasına siyahımsı bulutları takıp dolaşmaya, geceleri balkonumuzda yaptığımız ince müzikli çay keyiflerimize ortak olmaya başladı. Önceleri derinden ve hafif hafif hazan nefes alış verişleri olarak hissettiğimiz rüzgar, sonraları kışın hiddetli haykırışlarının imgesi, şemsiyelerimizin katili olmaya namzet. Yaz ortasında mumla aradığımız, hasretle beklediğimiz rüzgar; yakın zamanda hemen herkesi usandıracak, bitmez tükenmez ıslığı ile her gün sokaklarda dır dır yapmaktan vazgeçmeyecek.

Yinede en çok rüzgar olmak isterdim ben. Koskocaman bir mekanım olurdu rahatça esebileceğim. Kimse beni göremiyor ama gücümün herkes farkında. Başıma buyruk bir hayatım olurdu ama asla yalnız değil. En samimi dostlarım ateş, toprak ve su.

Annesi öldüğü için buruk hıçkırıklarla ağlayan bir zavallı çocuğun iniltisini alır, toprağa emanet ederdim. En derin yerinde saklasın, bir daha ortaya çıkarmasın diye. Kirlenmeye başladığımı hissettiğimde suya dalış yapar, içim titrediğinde ateşe sıkı sıkı sarılırdım. Gecenin ortasında yalnızlığına ve çaresizliğine ağlayan birini gördüğümde onu azıcık neşelendirebilmek için olmadık şarlatanlıklar yapardım. Susuzluktan çatlayan topraklar için bulut avına çıkar, o toprağı da hayata döndürürdüm.

İçim coşkuyla dolduğunda okyanusları birbirine katar, dalgaları coşturdukça coşturur, tozu dumana katıp önüme ne çıkarsa sürüklerdim peşimden. İnsanlar endişe ve merakla durur beni izlerdi göremeyeceklerini bile bile. Hazır hızımı almışken zalimlerin taptığı maddeleri de yerle bir ederdim. İşte o anda güçsüz kaldıkları için birden anlayışlı ve sevecen biri olmak zorunda kalışlarını ilgiyle izlerdim. Bazen de hiç esmezdim. Sessizliğimi dinleyebilmek, birazda kendimi özletmek için.
Siz hiç rüzgarın rengini düşündünüz mü? Bence beyaz. Nasıl gök kuşağının yedi rengini hızla döndürünce ortaya beyaz çıkıyorsa, beyazda hızla akıp gittiği zaman hiç renk vermezmiş gibi geliyor bana.

Ah keşke rüzgar olabilseydim. Özlemle yanıp tutuşan sevdalı gençlerin kokularını birbirine ulaştırırdım ben. Kimi zamanda acele acele, neşe içinde oynayan çocuklar gibi bir o yana, bir bu yana koşturup dururdum. Yelkenlisi ile denize açılanların her zaman yardımcısı olurdum yeni ufuklara ve arzuladıkları yerlere bir an önce erişmeleri için. Bulutlarla dans ederken tek kavalye olmanın hazzını yaşardım. Ağaçların başını okşar, buğday tarlalarına şekiller çizer, tek başına avlanan ihtiyar balıkçıya ıslık çalardım. Ahtım var, günün birinde kızım olursa ismini Rüzgar koyacağım.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Deyim Yerindeyse


Günlük konuşma dilimizde kullandığımız atasözleri ve deyimlerin ağırlığı ve etkinliğini azımsayan kimse yoktur sanırım. Bir konudaki düşüncemizi doğrudan ve çarpıcı bir şekilde ifade etmemizin en belirgin örnekleridir deyimler ve atasözleri.

Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre deyim: “genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış anlatım, tabir” diye tanımlanmış. Örnek olarakta; etekleri zil çalmak ve küplere binmek deyimleri gösterilmiş.

Şimdi buraya kadar yazdıklarımı hepimiz az çok biliyoruz zaten. Bana sorarsanız deyimlerimiz lafı gediğine koyma, bir iki kelime ile bir konu hakkındaki yorumumuzu en veciz ve çarpıcı şekilde karşımızdakine aktarabilme yöntemidir. Mesela, uzun uzun kendini öven, başarılarına bin katarak kendini devleştirmeye çalışan birinin yarım saatlik kendine düzdüğü methiyeleri hiç ses çıkarmadan dinleyip sonunda da “atma recep biz kardeşiz” dedin miydi, adam iptal olur, üç gün nutku tutulup kendine gelemez. Bu dört kelime ile deyim yerindeyse adamın canına ot tıkarsın. İşte deyim yeri ve zamanında kullanılınca böyle tesirlidir. Ayrıca çok çalışmayı ve üretmeyi sevmeyen, kestirmeden işi bitirmeye çalışan biz Türkler içinde bulunmaz bir nimettir deyimler.

Peki; bu kadar deyim biliyoruz, her fırsatta kullanıyoruz da bu deyimlerimizin kaynağı, ortaya çıkış hikayeleri hakkında bilginiz var mı? Ben hiç üşenmedim bu konuda biraz eski kitap karıştırdım, öğrendiklerimi sizlere de aktarayım istedim. Bunların içinden en hoşuma giden ve eğlenceli bulduğum birkaç tanesini sizinle paylaşıyorum, işte ilki...

- Saman Altından Su yürütmek
Geniş bir ovanın üzerinde bir köy, bu köyünde bir tanecik ırmağı varmış. Irmağın suları aynı anda köyün bütün tarlalarına yetecek kadar gür olmadığından her gün bu ırmağı bir köylü kendi tarlasına sulamak için kullanıyor, diğerleri de sıranın kendisine geleceği günü bekliyorlarmış. Ancak bir gün köyün açıkgözlerinden biri ırmaktan kendi tarlasına gizli bir kanal yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü toprak ve samanlarla kapatmış. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor, bolca mahsul alıyormuş. Bir süre sonra ırmağın suları azalıp, bu açıkgözün tarlasından bereket fışkırınca köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki kanallar suyla dolu ve üzerinde otlar yüzüyor. Cevap belli: “Ulan köftehor, saman altından ne su yürütüyorsun!”

- Atı Alan Üsküdar’ı Geçti
Bolu dağlarında yaşayan Köroğlu efsanesini duymayanımız yoktur. Bir sabah Köroğlu kalktığında atını bağladığı yerde bulamamış. Düşünsenize; Köroğlu gibi biri için Attan mühim ne olabilir ki!
Önce bütün Bolu’nun, sonra da civar illerin altını üstüne getirmiş Köroğlu ama atını bir türlü bulamamış. Tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasındaki bir at pazarını gezerken atına rastlamış. Atta onu tanımış tabi ki. Köroğlu bindiği gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmaya başlamış pazardan, satıcıda tabi peşinden. Kıyıya ulaştığında hemen bir tekne bulup atıyla beraber Üsküdara doğru yoluna devam etmiş Köroğlu. Satıcı beyimiz kıyıya vardığında Köroğlu çoktan Üsküdara varmış. Durumu gören biride o ünlü sözü patlatmış: “Boşuna uğraşma beyim, atı alan Üsküdar’ı geçti”

- İnsanoğlu Kuş Misali
Hazır Üsküdar’a geçmişken ordan devam edelim. Zamanında Üsküdar’da bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok.
Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim”

- Hakkında Hayırlısı Böyleymiş
Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi –birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor. Hikaye şöyle;
Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona iç sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken,
“şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: “ Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş”

- Bize de mi lo lo!
“Başkalarının hakkını yiyiyorsun, yamuk yapıyorsun, bari bize yapma ” manasında.
Bir gün adamın biri pazarcıyla bir sebepten münakaşaya başlamış ve kahramanımız sonunda kendini tutamayarak pazarcıya okkalı bir küfür savurmuş. E tabi pazarcıda arkadaşı mahkemeye vermiş. Adam ettiğine bin pişman, pazarcıdan özür üstüne özür diliyor ama pazarcı yumuşamıyor. Adam ümitsiz durumu bir arkadaşına anlatmış. “Mahkemelerde itibarım iki paralık olacak” diye hayıflanmış. Arkadaşı: “Ben seni bu dertten kurtarırım ama on altın isterim” Adam çaresiz kabul etmiş. “Ne yapmam lazım söyle, ben bu davadan yırtayım on altının lafı olmaz “ demiş. Arkadaşı: Mahkemeye çıktığında hiç konuşma, sadece “lo lo lo” de. Hakim seni dilsiz sanınca davada kendiliğinden düşer”

Duruşma günü gelmiş arkadaşının dediğini yapınca beraat etmiş, sevinç içinde eve dönerken arkadaşı çevirmiş yolunu: “Hani bizin on altın?” adam rolüne kendisini o kadar kaptırmış ki “lo lo” diye cevap vermiş. Arkadaşı da, “Ulan demiş, bize de mi lo lo!”

Birde aklıma gelen “Ananın Örekesi” deyimi var. Kibarca “Yok devenin nalı” ya da “Yok devenin bale pabucu” anlamında kullanılıyor. Bu deyimle ilgili bir hikayeye raslamadım ama ilginçtir bir şiire denk geldim. Şiir aynen şöyle;

Dağın ötesi yeşil
Yeşilin ötesi su
Suyun ötesi mavi
Mavinin ötesi gökyüzü
Yeryüzü beni ötem
Benim ötemin ötesi,
Ananın Örekesi!

14 Temmuz 2010 Çarşamba

En Sevdiğim Dört Fıkra


DELİLER DELİKTEN BAKIYOR

Tımarhanenin genç ve yeni doktoru bütün delilerin kapalı bir odanın kapısının önünde sıraya girdiklerini görür. Sırası gelen anahtar deliğinden uzun uzun odayı seyrediyor, sonra hayretler içersinde bir daha seyretmek üzere sıranın sonuna gidiyormuş.

Ne olduğunu merak eden doktor da sıraya girmiş, başlamış beklemeye...
sıra kendine geldiğinde delikten bir de bakmış ki bomboş bir oda...
delilerin yaptığı gibi tekrar sıraya girmiş ama durumu anlayamadığından önündeki deliye sormuş.

- Af edersiniz, ben de o delikten baktım ama bir şey göremedim
Deli küçümseyerek gülmüş;
- Biz haftalardır o delikten bakıyoruz bir şey göremiyoruz da sen bir bakışta mı göreceksin?

NEDEN KABARIK?

Küçük çocuk plajda annesiyle güneşlenmektedir. Bir şey dikkatini çeker ve annesine sorar
- Anne, neden kızların önü düz de, erkeklerin önü kabarık?
Annesi durumu geçiştirmek için bir cevap verir;
- Erkekler önlerine para koyarlar da ondan.

Cevaptan pek tatmin olmayan afacan:
- Anne şu yanımızdaki amca var ya, sana baktıkça paraları çoğalıyor.


LEYLEK & ÇAKAL

Hayvanlar bir uçağa binmiş yolculuk yapıyorlarmış. İçlerinden Leylek uçağın servis düğmesine basıp hostesi çağırmış;
"buyrun efendim" demiş hostes, "ne arzu edersiniz?".
"hiiç" demiş leylek, ".bnelik olsun diye bastım".

Aradan bir kaç dakika geçmemiş ki Leylek yine servis düğmesine basmış, hostes yine gelmiş ve leyleğin cevabı aynı olmuş; "hiiç .bnelik olsun diye bastım".

Olayı izleyen çakal, biraz da ben eğleneyim demiş ve o da servis düğmesi ile hostesi çağırmış ve hostese "hiiç .bnelik olsun diye bastım" cevabını verince hostes sinirlenmiş, durumu pilota bildirmiş, ve leylekle çakalı uçaktan atmışlar.

Çakal hızla aşağı düşerken leylek yukarıdan seslenmiş.
- Ah, demiş çakal kardeş, madem uçmayı bilmezsin ne diye .bnelik edersin!

ARKANIZ SAĞLAM MI?

Köyün birinde sürekli öten bir horoz varmış. Gerine gerine ve sürekli ötmesiyle köylüyü canından bezdirmiş. Durumu köyün ihtiyarına anlatıp yardım istemişler.
İhtiyar; kolay demiş. Getirin horozu.

Ertesi gün sabah olmuş horozda tık yok, öğlen olmuş, akşam olmuş gıkı bile çıkmıyor.
Merak edip ihtiyara ne yaptığını sormuşlar.

Gayet basit demiş ihtiyar. Kıçına motor yağı sürdüm. Artık ne zaman gerine gerine ötmek istese arkasından kuvvet alamadığı için sesi de çıkamıyor fukaranın.

Tıpkı insanlar gibi. Arkası sağlam, cebinde parası olan böbürlene böbürlene öter, güvenecek bir dalı olmayan da sus pus sinmek zorunda kalır. Ne dersiniz?

1 Temmuz 2010 Perşembe

Koca Bir Resim

Kocaman bir tuvalim olsa, üzerine duygularımın bütün renklerini boyasam, düşüncelerimin bütün şekillerini çizsem öyle çok rahatlayacağım ki! Beni ben yapan ne varsa, benim bile farkında olamadığım her şeyi bu tuvale dökebilmek en iflah olmaz ütopyalarımdan biri. Resme baktığımda sevinç içersinde “evet bu benim” diyerek coşkulu çığlıklar atabilmeliyim. İnsanlar fotoğrafıma baktıklarında değil, bu resme baktıklarında beni bütünüyle anlayabilecekleri bir resim. Hiç fikrim sorulmadan üzerime giydirilmiş bu beden beni anlatmaktan çok uzak. Beni anlatabilen bir tek gözlerim varmış gibi geliyor bana. Sanki diğerleri ödünç kostümler. Sadece gözlerim var bana yaşadığımı hatırlatan, her şeyin henüz bitmediğini anlatan, akıl verip doğru yolu bulmamda güç veren. Ama o bile yapmayı çok çok arzuladığım ama belki de hiç yapamayacağım ruhumdaki resimden besleniyor.


Öylesine bir resim olmalı ki; içimi yalansız, abartısız, bütün gerçekliği ile dosdoğru anlatabilsin cümle aleme. Hiç aceleye getirmeden çizmeliyim bu resmi. Sevinçten kendimi zaptedemediğim zafer sarhoşu olduğum anlarda da fırça darbem olmalı, derin üzüntüden yorgan altında tir tir titrediğimde de. Yaz gecelerinin aşk kokan karanlığında da bir şeyler çizmeliyim, yorgunluktan kolumun kalkmadığı anlarda da.


Ahh o yaz geceleri yok mu! Yavaş yavaş, insanın içine işleye işleye kabul ettirir kendisini. Sonunda bütün görkemi ve kışkırtıcılığıyla siyahlar içinde bırakır ortalığı. Yıldızlar her zaman olanca güzellikleriyle inci tanecikli kostüm oluverirler gecenin üzerine. Bin yıllardır asla değişmeyen kıyafetine rağmen çekiciliğinden zerre kadar bir şey kaybetmediğinin çoktan farkındadır yaz geceleri. Böylesine geceler kadar hem aşk, hem de huzur kokan bir tek şeye bile rastlamadım hayatımda. İşte hep bu gecelerde görünmez bir güç kolumdan tuttuğu gibi dışarı atar beni. Şaşkın şaşkın denizin kenarında dolanıp dururum. Aslında o anda geceye aşık olmuşumdur ama bunu delirmek korkusuyla kendime itiraf edemem. Tepemdeki ayın bu halimle eğlendiğini düşünürüm.


Hep böyle gecelerde yepyeni bir başlangıcın arifesinde gibi hissederim kendimi. Ama bu coşkun halimi sabote etme işi yine bana düşer. Çünkü gece ben bu dünyadan çekip gittiğimde de bol yıldızlı kostümüyle, aşk ve huzur kokan esintisiyle, uğultulu sessizliğiyle yeni sevgililerinin arkasından yavaşça sarılıp, yanağına sıcacık bir öpücük konduracak. Ben yokum diye kendisini ne öksüz hissedecek ne de buruk. Nasıl katlanırım buna?


Canım yaz gecesi. Bu resimde elbette sende olacaksın. Martıların Sultanahmet Camii üzerinde yaptıkları gece semahları da olacak. Öyle kararlı ve saatlerce daireler çizerek dönerler ki gıpta etmemek mümkün değil. Her defasında çamura itildiği halde canını dişine takarak ayağa kalkan ve yoluna devam eden, hayranlıktan büyülendiğim insanlar; bu tabloda sizlerde varsınız tabii ki! Beni acılar içersinde gecelerce inleten hainlerde bütün çirkinlikleri ile yer alacaklar bu tuvalde. Onları bozguna uğrattığım zafer günlerimde hemen yanı başında.


Kısacası beynimde cirit atan binlerce duygu ve düşüncelerim. Beni ben yapan, yaşantımda ufakta olsa iz bırakabilmiş herkes ve her şey eksiksiz olarak girebilmeli bu tabloya. İsterim ki bu resmi benden yüzlerce yıl sonra yaşayacak insanlar bile gördüklerimde benim kim olduğumu bütün ayrıntılarıyla anlayabilsinler, hissettiklerimi hissetsinler. Çünkü bunu ne yazı sağlayabilir, ne müzik, ne de başka bir şey. Hayatta istediğim her şeye ulaşabileceğimi biliyorum ama bu resmi yapamadıkça kendimi çok az şey başarmış gibi hissedeceğim galiba.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Hayal mi Gerçek mi?

Bana sarılırken avucunda sakladığın minik bıçağı sırtıma saplamasaydın keşke!

Belki de yaşamımda ilk defa bütün kalkanlarımı yere bırakıp doya doya sarılmak istemiştim sana. Koşulsuz sevgiyi hak edebilmek için koşulsuz sevgi vermeliyim diye düşünmüştüm o an. Bıçağı –güya çaktırmadan- dibine kadar sırtıma soktuğunda gözlerindeki zafer pırıltısının anlamını sezemedim önce. Meğer ufacık bir açığımı bekliyormuşsun beni zayıf düşürmek için. Bir yandan da hiç tanık olmadığım kadar sıcacık gülüşünle karşılaştım, aptallaştım! Aynı anda bu kadar sevecen ve katil ruhlu nasıl olunabilirdi? Öylesine güzel ve baştan çıkarıcı bir gülümsemeydi ki bu; Kendine en güvenen, en dirayetli adamları bile mayıştırır, içini eritir, yaşadığından kuşku duydurup, dize getirebilirdi. Ben buna nasıl dayanabilirdim?

Kısa zamanda sırtımdaki sızıntıya gözlerimde eşlik ettiğinde senin bayramın başlamıştı artık. Ben ikimize de ortak bayramlar ararken, sen kendi bayramını kendin yaratmıştın. O kadar güzel gülümsemiştin ki; sırtımdan ve gözlerimden akanların kahrına rağmen gülümsedim bende. Ama gözlerim seninki gibi parlamadı.

Sana “sırtım acıyor” dedim, sen “neden?” dedin. Sırtıma sapladığın bıçak nerede demek istedim, diyemedim. “Gözlerimden akanları gördün değil mi?” dedim. “Evet ama neden?” dedin. Oraya şu anda gelmişçesine. Gözlerimden ve sırtımdan akanlar oturduğum sandalyenin dizlerini titretti. Kollarımı dayadığım masa acıdan çıldırdı! Sen hiç birini anlamadın. Çevremizde konuşan insanlar bile sustu. Muhtemelen sırtımdan akan kana bakıyorlardı, oralı bile olmadın. Birkaç cümle daha konuştum şuradan, buradan. Yeniden yüzüne baktığımda dilindeki “neden?” soruları gözlerine yerleşmişti. Çok barizdi. Eski ama iyileşmemiş yaralarımı gösterdim sana sebep olarak. “Ara sıra acır böyle” diye sırıttım. Ancak bu kez de benim gözlerim parladı. Öyle utandım ki, sırtımdaki kan bile dondu kaldı.

Geldiğim yere döndüğümde eski yaralarımı çabuk iyileşsinler diye şefkatle okşadım ama son yaram sırtımdaydı. Ne görebiliyorum, ne de okşayabiliyorum. Öylesine rezil bir sızı ki bu, alışmak mümkün değil. Istırap haydut oldu, dört bir yanımı sarıyor. Dayanılmaz acılara esir düştüm yine. Başım dönüyor, gözlerim kararıyor, vücudum uyuşuyor. Beynim çalkalanıyor Allah’ım, beynim çalkalanıyor!

Derken gecenin bir yarısı odamda tavanı seyrederken buldum kendimi. Neler olduğunu biliyorum, hissediyorum ama göremiyorum. İki melek, iyi olmam için Tanrıya dua ediyorlar. Fısıltı ile, acele acele, ileri geri sallanarak ve kan-ter içersinde. İçimi anlatılmaz bir sevinç ve güven kaplamaya başladı. Diğer tarafta da yalnızlık duygusu can çekişe çekişe geberiyordu! Bu zafer anına daha çok şahit olmak isterdim ama gözlerimin kapanmasına daha fazla direnemedim ve kendimi uykuya teslim ettim. Sabah kalktığımda ruhumda dinginlik, gözlerimde direnç. Bütün yaralarımın geçtiğini fark ettim. Sadece sırtımda hafif bir sızı vardı, hepsi o kadar.